29 Ağustos 2016 Pazartesi

2'si 1 arada

İnstagram'da bir sayfa var. 
Orjinal hatta marjinal da diyebileceğimiz fotoğrafları mevcut.
 Hatta canınız sıkıldığında "Ben de çizebilir miyim acaba yaa?"  diye kendinizi sorgulattıracak cinsten.
Bu sorgulamayı anlarım ama resimdeki ayrıntıları beğenmeyip değişikliğe uğratma cesaretini açıklayamam.
 Bakın mesela ben sorguladım, uyguladım ve sonuç :


12 Ağustos 2016 Cuma

"Kuzuların Sessizliği" adına.!

Bu deyim fırtına öncesi sessizlik anlamında çok duyduğum, az kullandığım bir terim doğrusu. Ama filmde sadece bu anlamda kullanılmamış, Starling'in çocukluğuna uzanan bir anısına da işaret ediyor. Eminim filmi izleyince sizde bu ismin filme yakıştığını düşüneceksiniz. 


Bu seri 4 filmden oluşuyor.


1- The Silence of the Lambs 
2- Hannibal              
3- Red Dragon                             
4- Hannibal Rising                   


1991 - İlk film başka bir seri katili yakalamak amacıyla, FBI ajanı Starling'in Hannibal ile iletişime geçmesiyle başlar. Hannibal gibi zeki bir seri katil karşısında korku ve cesaretini dengelemek zorundadır. Starling bunu başarır, Buffalo Bill davasını Hannibal'ın yardımıyla çözer ve filmin sonlarına doğru o artık Hannibal'ın tek dostudur.

2001 - İkinci filmde zeki Hannibal'ımız tam korumalı özel hapishanesinden kaçmayı başarır. Gençken zarar verdiği ve hayatta kalan, her geçen yıl Hannibal'a karşı kini artan Mason ise tüm servetini onu yakalamak için harcar. Serinin bu filmi kaçmalı- kovalamacalı olmuş. Ama son sahnelerde Hannibal'ın Starling'e kıyamadığını görmek de güzeldi doğrusu.

2002 - Üçüncü filmde zamanı geri sarıyoruz biraz. Hannibal ve FBI ajanı Graham'ın birlikte çalıştığı zamanlara. Graham'ın Hannibal'ı farkedip yakaladığı anlara.. Bu olanlardan sonra yıpranan Graham mesleğine ara verir. Ta ki Hannibal'ın yolundan giden bir seri katil; Kızıl Ejder ortaya çıkana kadar. Başarılı ajan bu dehşet saçan seri katil için, (serinin ilk filminde Starling'in yaptığı gibi) Hannibal'ın yardımını alır. 

2007 - Ve serinin son filmi zamanı daha da geriye sardırıyor. Hannibal'ın neden kötü insanları öldürüp, akşam yemeğinde misafirlere servis ettiğini, bunu yaparken ki hazzının sebebini anlatıyor. Aslında yaşadıklarına bakınca ortaya böyle bir seri katilin çıkması gayet olağan..

1944 2.Dünya Savaşı sırasında kız kardeşi dışında tüm ailesini kaybeden Hannibal, sığındıkları evde kardeşiyle tek başına kalmıştır. Kısa bir süre sonra davetsiz misafirleri gelir. Aç kalan SS militanları Mischa'yı yemeyi düşünürler. Ve bu düşünce gerçekleşirken Hannibal hiç bir şey yapamamıştır... Yetimhanede büyüyen Hannibal bu sahneyi rüyalarından bir türlü atamaz. Yetimhaneden kaçar ve amcasının evine gider. Yengesi onu birçok konuda eğitir, travma sonucu onda oluşan etkiyi farkeder ancak sevgisini ve desteğini yinede esirgemez. Yeterince güce kavuşan Hannibal kardeşine bunu yapanları tek tek bulur ve hesabını sorar.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Küçük kızın büyükbabası

İlk defa karşılaşıyordu küçük kız evdekilerin bu haliyle. Çok kalabalıktı ev ama her zamanki misafirlerden değildi gelenler. Çok üzgündü bu seferkiler. Bir odada büyükhala bağırıyor diğerinde büyükanne sakinleştiricilerin etkisinde ağlayamıyor, evin kızları ise kendi acılarını önemsemeksizin birilerini teselli ediyorlardı. Güç alıyorlardı birbirlerinden. Gerçi en büyük güç kaynağı gitmişti, evin babası 1 haftalık koma sonrası hayata veda etmişti. Ne büyüktü o. 10 kardeşi arasında tekti. Pehlivandı, çavuştu, büyükbabaydı. Evet dede değil, büyükbabaydı. Dede kelimesini yaşlı bulduğu için torunlarına büyükbaba demeyi öğretmişti. 9 torunu da ona büyükbaba diye hitap etmişti.

Küçük kız çok severdi onu. 1 hafta boyunca minik ellerini kocaman açıp büyükbabasının iyileşmesi için dualar etti. Yine hep beraber pikniğe gitmek istedi belki de. Küçük kız büyümüştü. Elleri hala minnacıktı ama bu 1 hafta büyütmüştü onu. Annesinin tesellisine ihtiyacı yoktu. Yalnızca babasının gözyaşlarına dayanamıyordu. Babalar güçlüydü çünkü.  Kolay ağlamazdı, yıkılmazdı hemen. Ama büyükbabası gidişiyle yıkmıştı babasını. Sadece babası değil kimse alışamamıştı bu ani gidişe. Çabuk gitmişti ama hep istediği gibi kimseye yük olmadan gitmişti. Tanık olmuştu küçük kız, büyük gidişlere.

Bitmeyen gün bitmiş, ertesi gün gelmişti. Omuzlarda gelmişti büyükbabası evinin bahçesine. Kapatmışlardı onu tahtadan bir kutuya, sarmışlardı bembeyaz çarşaflara. Bakmak isteyenler vardı son kez yüzüne. Küçük kız da bakmak istedi. Annesi izin vermedi ama o ısrar etti. Bakmalıydı, ne olacaktı ki o kaç yıllık büyükbabasıydı. Baktı, tebessüm eden büyükbabasına son vedasını yaptı küçük kız. Ve gitti büyükbabası. Topraktan gelen insanoğlunun toprağa dönüş vaktiydi şimdi.

09.08.2014

8 Haziran 2016 Çarşamba

Düşünüşle yaşayışımız arasındaki zaman farkı

Sevgili Dost,
Şu günlerde "İyi misin?" sorusunu herkes aynı şekilde cevaplıyor. "Bu ortamda ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim." İç karartıcı haberler birbiri üstüne bir felaket kolajı gibi yapışıyor. Yapışıyor da çantasını çaldırmamak için trenle peron arasına sıkışıp parçalanan kadın, akşam yemeğini iştahla yememize mani olamıyor. Ormanlara atılan mazlum cesetler, izleyeceğimiz bir futbol maçının keyfine gölge düşürmüyor. Sevdiğimiz insanlara karşı yapılan büyük haksızlıklar karşısında bile, dudaklarımızdan ancak birkaç zayıf cümle dökülebiliyor. Üzüntü kalbe inemiyor, kalp buğzedemiyor. 

Sevgili Dost,
Bir bedenin organları gibi olduğumuz söylenmişti bize ve biz buna inanmıştık. Çünkü bu sözün sahibi Peygamberimizdi. Vücudumuzun bir parçasının geçirdiği rahatsızlık hani bütün vücudu ateşler içinde bırakacak, bütün vücut bu rahatsızlıktan elem duyacaktı? Kol kesilirken dudak gülüyor, ayak kesilirken kollar el çırpıyor, bir göz oyulurken diğer göz futbol maçı izliyor. Bir cinnet olmalı bu!

                                                                                        A.ALİ URAL
                                                                           Posta Kutusundaki Mızıka

1 Haziran 2016 Çarşamba

İmkan-sız

İmkansız gibidir bazı hayaller, gerçekleştiği an "mucize" sayılan. Benim de var imkanlı ama mucize gerektiren hayallerim. Bense inadına hayal ederim. 40 kere hayal edersen olur diye bir şey yok tabi ki sadece gerçekleşmesini umarak, inatçı yanımla kendimi gaza getirdiğim taktiklerimden birisi bu.

Yine bir gün mucize beklerken söyleyiverdim " Adımın anlamı bile mucizeyken, ne demek imkansıza inanmak?" diye. Bir daha da hiç unutmadım bu sözümü, bu sözü söylettiren o an'ı..  Hatta üzerine çok da düşündüm. İmla kurallarıyla oynadım o "-sız" ekinden kurtulabilmek için. Teoride bunu başardım ama mesele pratikte başarmaktı. Ve pratikte başarmak hiç de kolay değildi. Hızlıca akıp giden zamanda bol çabaya ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacın yanında bulunması gereken tek şey de sabırdı..

Şimdiyse, her zaman ki gibi hayallerle dalıyorum uykuya, bir gün gerçekleştiğini görebilmek umuduyla..

10 Mayıs 2016 Salı

Ya sizin ütopyanız?

Şu an okuduğum kitap Yevgeni Zamyatin'in bir distopyası. "Biz". 

"Biz milyonlar her sabah aynı saatte, aynı dakikada tek vücut uyanırız. Tek bir milyon olarak aynı saatte çalışmaya başlar, tek bir milyon olarak aynı saatte işi bitiririz. ..aynı dakikada gezmeye çıkar, salona gider, egzersiz yapar ve uyumak için ayrılırız."

Onun distopyasında "tek bir milyon" olarak hareket etmek ideal bir yapı değil, evet. Asıl ideal olanlar mutluluğun sırrını bulma peşinde olan ütopyalarda. Peki sizin ütopyanız nasıl? Herkes özgür mü olsun isterdiniz, ortak bir mutluluğu yaşatabilmek için? Caydırıcı cezalar mı koyardınız, suçların tekrarlanmaması için? Eğitim mi önceliğiniz olurdu, eğitimli insan hata yapmaz diyerek? Yoksa asker mi yetiştirirdiniz, tüm dünyayı fethedecek? Statü farklılıkları olur muydu, yoksa herkes eşit mi olurdu? Herkes memnun olur muydu işinden, evinden? Saygı duyulur muydu herkesin inancına, yoksa herkes tek inanca mı sahip olmalıydı kargaşa çıkmaması için? Teni, saçı, gözü farklı renklerde olur muydu insanların, yoksa kimse kimseyi kıskanmasın, küçük görmesin diye aynı özelliklere sahip kişilerden mi oluşurdu ütopyanız? Betonlardan binalarla mı kaplı olurdu manzaranız, bilir miydiniz doğanın, denizin kıymetini? Ne kadar önem verirdiniz bilime? Atom bombası üretip nesiller boyu insanlara zarar verir miydiniz? Tüm işi yapan robotlar üretip, insanları boş boş oturmaya mı terkederdiniz? Mutlu edebilir miydiniz insanları, isyan etmek yerine şükretmeye ikna edebilir miydiniz? Çatışmak yerine anlaşmaya davet eder miydiniz onları? Sahi barıştan mutluluktan söz eden çok, gerçekleştirebilir miydiniz bunu ütopyanızda?

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Denizsever

Oturup saatlerce izleyebilirim dertlerimin dalgalara karışıp gidişini.
Çünkü ben bir Denizsever'im.
Belki 4 yıl önce İstanbul'a gelişimle başladı bizim dostluğumuz.
Belki de babamın sevgisinden kaptım bir parça..

Dedim ya denizi severim. En çok da kız kulesinin karşısındaki kayalıklarda oturup denizi dinlerim. Bir bir atarım dertlerimi dalgalara, sırdaş dalgaların benim gibi kaçtane dostunun dertlerini alıp götürdüğünü izlerim sonra. Bununla da yetinmem yüreğime denizi koyarım ardından. Onun sonsuzluğunu, dalgalandığındaki heyecanını, durulduğundaki huzurunu katarım kendime. Böyle severim, böylece huzura ererim işte.. 

3 Mayıs 2016 Salı

Di'li geçmiş zaman

"Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir." diyor Ferhat Göçer sevdiğim bir şarkısında. Çok da haklı aslında. Her yeni güne neyle karşılaşacağımızı bilmeden uyanıyoruz. Günler, haftalar belki de aylar öncesinden planladığımız günler değişiveriyor ansızın. Haberler alıyoruz, birşeyler yaşıyoruz acısından tatlısından. Bazıları ders olurken bize, bazıları dert oluyor. Keşkeler birikiyor sonra. Keşke bunu demeseydim, keşke bunu yapmasaydım'lar.  Sonra Bulutsuzluk Özlemi eşlik ediyor, yapamam diyor. "Sözlerimi geri alamam, yazdığımı baştan yazamam.." Yaptım birkere, söyledim çünkü. Bazıları ders oldu bir daha yapmadım, bazıları dert oldu içimden atamadım. Ama oldu ve di'li geçmiş zamanda yaşadıklarım hazinemde yerini çoktan buldu.

1 Mayıs 2016 Pazar

Birileri

Bugün, tam da şu an da ;
Birileri hayatının değerini bilmezken, düşünmezken hiç, birileri hayata tutunma derdinde.
Birileri bahsederken barıştan, birileri savaş peşinde.
Birilerine az geliyorken serveti, birileri geçinme derdinde.
Birileri emek sarfederken, birileri yemek peşinde.
Birileri koşarken ileriye, birileri yoluna engel dizmekte.
Birileri merhaba derken hayata, birileri elveda demekte.
Birileri severken delice, birileri sevilmek derdinde.
Birileri düşlerken geleceğini, birileri geçmişin derdinde.
Birileri dünyaya adamışken kendini, birileri iki dünyasını güzelleştirmenin peşinde.

Birileri okurken tebessümle, birileri içini kağıda dökmenin peşinde..

30 Nisan 2016 Cumartesi

az ve öz Önsöz

Merhaba;
Öncelikle söylemeliyim ki birkaç yıl önce açtığım blog adresime ulaşmam beni epey zorladı. O zamandan bir yayınım yoktu, sadece yazmaya dair ilk adımı atmış ve bir blog oluşturmuştum.Neden o zamanlar yazmadığımı biliyorum tabi ki, işin içine azıcık üşengeçlik girmişti. Şimdi bir şeyler oluşturmaya başlayacağım; kendimden, birikimlerimden, paylaşmak istediklerimden...

Her daim yazacak,okuyacak, düşünecek bir şeylerim vardır benim. Ama yazarken hep en mükemmel anı beklerim. E bu an her zaman geçerli olmadığı için ayda 1 falan içimi günlüğüme dökerim. Tabi bu günlüğü, aylık olarak da adlandırabiliriz. Fazlaca üzüldüğüm ya da mutlu olduğum, duygu yüklü olduğum anlarda yazarım ben. O yüzden de iyi bir olayı kaleme alırken yaşama heyecanım, kötü olayı kaleme alırken de karamsarlığım zirvededir. Ama bloğumu anılarımla doldurmak istemiyorum. Dediğim gibi kendimce birikimlerimi, paylaşmak istediklerimi yazmak istiyorum. Ortaya neler çıkacak bakalım, okuyalım..